Batı Şeria’da yol ayrımı

4 Ekim Pazar günü İsrail’de yayın yapan Yediot Ahronot gazetesinin Nahum Barnea imzalı başyazısı, “Bu bir intifada, üçüncü intifada” sözleriyle başlıyordu. Barnea’ya bunu söyleten, işgal altındaki Filistin’de yoğunluğu ve öfkesi artan sokak eylemlerine ilave olarak kısa aralıklarla iki silahlı eylemin de gerçekleşmesiydi. Üstelik bu eylemlerden birini, beklenmedik bir şekilde, El Fetih’le bağlantılı çok sayıda küçük örgütten biri olan Şehid Abdülkadir el-Hüseyni Tugayları üstlenmişti.

Bunu “üçüncü intifada” olarak tanımlamanın ne kadar doğru olacağı halen tartışmaya açık olsa da, Batı Şeria (Kudüs’ün doğusu da dahil olmak üzere, geniş anlamıyla Batı Şeria) son günlerde ve haftalarda alışılmamış bir toplumsal patlamanın bütün emarelerini taşıyor. “Alışılmamış” diyoruz, zira en azından İkinci İntifada’nın sona erişinden (2005) bu yana istisnai durumlar dışında, Batı Şeria’ya göreceli bir sükunet hakimdir. Bunun bir dizi nedeni bulunuyor. Her şeyden önce Oslo’dan beri devam eden güvenlik işbirliği anlaşmaları gereği, doğrudan Filistin Yönetimi’nin Batı Şeria’daki direniş hareketlerinin önünü alması, bölgenin büyük ölçüde silahsızlandırmış olması, işgal askerlerinin, kontrol noktalarının ve İsrail yerleşim birimlerinin fiili varlığının bir askeri direnişin gelişme kanallarını tıkaması, yanısıra halkın tamamına yakınının silahlı mücadele taraftarı olduğu Gazze’den farklı olarak Batı Şeria’da barışçıl ve “diplomatik” çözüm taraftarlarının görece fazla olması gibi sebepler, bölgede bugüne kadar devam eden belli bir statükonun oluşmasına sebep oldu.

Bununla birlikte Batı Şeria’da işgal askerlerinin eliyle gerçekleşen kitlesel tutuklamalar, zaman zaman ölümlü hale gelen baskınlar, yerleşimci saldırıları ve Ramallah hükümetinin giderek yozlaşan yönetimi, geride bıraktığımız süreçler boyunca mevcut statükonun sürdürülebilirliğini giderek daha tartışmalı hale getirdi. Son haftalarda arka arkaya yaşanan bazı gelişmeler ise, bir toplumsal öfke patlamasına doğru giden sürecin katalizörü işlevi gördü. Bu noktada çok sayıda başka faktörün yanısıra özellikle üç olayın “infial yaratıcı” etkilerinden söz edebiliriz: Eylül ayında işgal güçleri ve yerleşimciler tarafından Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya düzenlenen saldırılar; Nablus’ta yerleşimciler tarafından bir evin kundaklanması sonucunda önce 18 aylık Ali Devabşe isimli bebeğin, ardından yaralı çıkan babanın, son olarak da annenin hayatını kaybetmesi; ve 22 Eylül günü El Halil’deki bir kontrol noktası yakınlarında 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Hadil el-Haşlemun isimli Filistinli kadının İsrail askerleri tarafından infaz edilmesi.

Haşlemun’un infazından bu yazının yazılmasına kadar geçen süreç içinde Batı Şeria’da öldürülen ve yaşları 12 ile 26 arasında değişen Filistinlilerin sayısı altıya çıkarken, gerek İsrail askerlerinin cenazelere ve protesto gösterilerine müdahaleleri, gerekse de yerleşimcilerin saldırıları sonucunda beşyüze yakın Filistinlinin yaralandığı aktarılıyor.

Yıllardır biriken dinamikler ve son olayların gelişim seyri dikkate alındığında, adı “üçüncü intifada” veya başka bir şey olacak bir toplumsal patlamanın esasen İsrailli yerleşimcileri hedef alması muhtemel gibi görünüyor ki, böyle bir durumda özellikle Batı medyası yaşanan süreci işgalcilere karşı bir başkaldırı olarak değil, Arap-Yahudi çatışması veya Müslüman-Yahudi çatışması olarak betimleyecektir. (Kısa aralıklarla Hadil el-Haşlemun’un ve 21 yaşındaki başka bir Filistinlinin İsrail askerleri tarafından öldürülmesi bile New York Times gazetesinin haber spotunda “Müslümanların ve Yahudilerin dini bayramları yaklaşırken Batı Şeria’da meydana gelen şiddet olaylarında iki ölü var” diye sunuldu).

Bu noktada dünya çapında Filistin mücadelesine destek veren kesimlerin, yerleşimci gerçeğini dünyaya daha iyi anlatması gerekecektir. Daha önceki yazılarımızda bu meseleyi ayrıntılı şekilde ele aldığımızdan, burada yalnızca birkaç temel noktayı özetlemekle yetineceğiz. Batı Şeria ve Kudüs’ün doğusundaki İsrailli yerleşimciler, “Filistin’de yaşayan Yahudiler” değildir. Kolonyalist bir politika dahilinde ve uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, işgal edilmiş bölgelere zorla yerleştirilmiş işgalcilerdir ve çoğu ırkçı görüşlere ve/veya ırkçı örgütlere mensuptur. Kaydadeğer bir kısmı silahlıdır. 2000 yılından beri yerleşimciler tarafından Filistinlilere karşı gerçekleştirilen kayıtlara geçmiş saldırı sayısı yaklaşık 11 bindir. Bu kişiler işledikleri suçlardan ötürü ya hiç yargılanmamakta ya da komik “ceza”lar almaktadır. Örneğin sözünü ettiğimiz ve biri bebek olmak üzere 3 can alan kundaklama saldırısının failleri 8 günlük tutukluluğun ardından ertelemeli 6 ay hapis cezasıyla serbest bırakılmıştır. Aynı bölgede İsrail askerlerine taş atmanın cezası ise 20 yıl hapsi bulabilmektedir.

Batı Şeria genelinden sürekli yeni eylem, çatışma ve yaralanma/ölüm haberleri gelirken Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas, İsrail’le bir askeri çatışmaya girmek istemediklerini, sorunlara barışçıl araçlarla çözüm bulmak istediklerini söyleyen bir açıklama yaptı. Geçen hafta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu vesilesiyle, gözlemci devlet statüsüne sahip Filistin’in bayrağı göndere çekildiği zaman Abbas bir kahraman edasına bürünmüştü. Ancak mevcut koşullarda Filistin bayrağının BM’de bulunması fiilen hiçbir şey ifade etmiyor. 67 sınırlarında bir devletçiğin kurulması ise, mümkün olabilse bile, hiçbir açıdan Filistin sorununun çözümü olmayacaktır.

Batı Şeria’nın geleceğine barışın ve diplomatik girişimlerin mi yoksa direnişin mi yön vereceğine, eğer direniş seçeneği öne çıkacaksa da bunun sivil nitelikli mi olacağına yoksa askeri unsurları da mı içereceğine son kertede halk karar verecek ve hiçkimsenin halkın iradesine aykırı hareket etme hakkı olmayacaktır. Ancak her durumda kesin olan, Batı Şeria’nın yerlisi Filistinlilerin giderek ağırlaşan işgal koşullarını tolere etme olanağının giderek azaldığıdır.

Standard

Yemen saldırısı: Biriken dinamikler ve saldırının niteliği üzerine bir değerlendirme

Suudi Arabistan öncülüğündeki on Arap devletinin, ABD’nin izni ve desteğiyle dört gün önce Yemen’e hava saldırıları başlatmasıyla bölgede, pek de kısa sürecek gibi görünmeyen yeni bir savaş başlamış oldu. Bölgedeki güç dengelerini en az Suriye savaşı kadar etkileyecek olan Yemen saldırısı, kimilerine göre bir “sürpriz” idi, kimilerine göre ise “göstere göstere geliyordu”. Her durumda kesin olan şey, harekatın uzun süreden beri biriken dinamiklerin sonucu olduğudur.

Gazeteci ve analist Catherine Shakdam, Mart ayı başlarında New Eastern Outlook sitesinde yayınlanan ve “Siyasi sis perdesinin arkasında, Yemen’deki gerçek gündem nedir?” başlığıyla Türkçe’ye de çevrilen makalesinde, Yemen’le ilgili her tür değerlendirmede akılda tutulması gereken şeyin “söz konusu Yemen olduğunda, hiçbir şeyin hiçbir zaman göründüğü gibi olmadığı gerçeği” olduğunu savunuyordu. Bizim burada yapacağımız değerlendirmelerin, sınırlı olgusal bilgilere dayandığını baştan kabul ediyoruz. Ancak her durumda yaşanan şeyin, dar anlamıyla bir “İran-Suudi Arabistan çekişmesi” ya da “Şii-Sünni çatışması”nın çok ötesinde olduğunu iddia etmekten çekinmeyeceğiz.

Yemen’deki çatışmaya dair belki de ilk itiraz edilmesi gereken şey, Husileri (yahut Ensarullah hareketini) adeta Tahran’da bir fabrikada üretilip İran tarafından Yemen’e gönderilmiş gibi betimleyen siyasi anlatıdır. Husiler, Yemen’de kadim kökenleri bulunan, tamamen yerli bir topluluktur. Yemen devletiyle uzun yıllardır çatışma halinde olan hareket, 2011’deki ayaklanmadan önce de siyaset sahnesinde yerini bulmuş, 2004-2010 yılları arasında altı defa yönetimle siyasi ve askeri zeminlerde karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde Yemen’i yöneten kişi, tıpkı Husilerin çoğunluğu gibi bir Zeydi Şii olan Ali Abdullah Salih’ti. Ancak Salih, Amerika Birleşik Devletleri ve Suudi Arabistan’ın kuklası olmakla itham ediliyordu ve bu suçlama haksız da değildi.

Yemen, 2011 yılında “Arap Baharı” dalgasının uğradığı altı temel ülkeden biriydi ve bunların içinde aynı anda hem ekonomik-sosyal temelleri olan, hem de ABD-İsrail karşıtı bir duruşu belirgin olan belki de tek sokak hareketine sahne olan ülkeydi. Gösteriler, yönetimin akaryakıt sübvansiyonlarında yüzde 80’e varan kesintilere gitmesiyle başlamıştı ve kısa süre içinde Salih’in iplerini elinde tutan Suudi Arabistan ile, onun bölgesel ve küresel müttefiklerini de karşısına alır hale gelmişti. Son derece güçlü olan halk hareketini Bahreyn’de olduğu gibi askeri yollardan ezemeyeceğini düşünen Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), bunun yerine bir geçiş planı hazırladı ve iktidar, 23 Kasım 2011 tarihinde, Salih’in yardımcısı Abdurabbu Mansur el-Hadi’ye devredildi. Ayrıca birden fazla parti arasında bölüştürülen yeni bir hükümet kuruldu.

Bu süreç Yemen devriminin ilk aşamasının tamamlanmış olduğu anlamına geliyordu, ancak bu ilk aşamadan en fazla yararlanan, tıpkı Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi halk hareketlerine sonradan katılan ve devrimin üzerine konan Müslüman Kardeşler örgütü, yahut örgütün bu ülkedeki kolu olan El-Islah Partisi oldu. Partinin sahip olduğu zemini kaydırmaya başlayan süreç ise, daha önceki dönemlerde Müslüman Kardeşler’i araçsal olarak kullanan Suudi Arabistan’ın Mısır’daki 3 Temmuz darbesinden başlayarak bölge çapında bu örgütün üzerini çizmesiyle hayata geçti. Bunun fiili sonucu Husilerin kendilerine daha geniş bir alan bulması oldu. Suudilerin en büyük beklentisi, Husiler ve El-Islah’ın karşılıklı mücadele içinde birbirini tüketmesi ve böylelikle Yemen üzerinde kendi hegemonyasını mutlak surette tesis edecek bir zeminin oluşmasıydı. Ne var ki süreçler, Husilerin elini beklenmedik derecede güçlendirdi.

Devrimin yeni dalgası, 2014 yılının Temmuz ayı sonlarında başkent Sana’da, yine sübvansiyonların kesilmesi üzerine iş ve ekmek talepli gösterilerle başladı. Husi Ensarullah hareketinin öncülük ettiği bu gösterilere katılanlar yalnızca Zeydi Şiiler değildi; Şafii Sünniler de dahil olmak üzere pek çok farklı mezhepten ve alt-mezhepten Yemenliler de bu gösterilerde yerlerini almıştı (ki bu noktada, geniş anlamıyla “Ortadoğu” coğrafyası içinde mezhepsel kimliklerin toplumsal görünürlüğünün en az olduğu ülkenin Yemen olduğunu, altını çizerek söylemek gerekiyor). Sokak hareketleri hızla askerileşti ve Eylül ayı sonlarına doğru başkentteki tüm devlet kurumları Husi milislerinin eline geçti. Bu süreç içinde bazı Sünni aşiretler de Husilere katılmış, Taiz Müftüsü Saad bin Akil gibi Şafii-Sünni din adamları bile Husiler lehine tutum almıştı.

Hareket Eylül ayında Yemen’de iktidara, elini uzatsa alabilecek kadar yakındı. Ancak sahip olduğu felsefe doğrultusunda “iktidarın yozlaştırıcılığına” inanan Husiler, kendileri yeni bir rejim kurmak yerine, tüm kesimlerin içinde yer alacağı yeni bir hükümet kurulması çağrısı yaptı. Mevcut hükümet istifasını Cumhurbaşkanı Hadi’ye sundu, ancak Hadi, böyle bir yeni hükümetin kurulması için girişimde bulunmak yerine “uzlaştırılması imkansız farklılıkları” gerekçe göstererek kendisi de istifa etti ve güneydeki Aden’e gitti.

Bu noktada Hadi yönetiminin “meşruiyeti” konusuna da değinmek gerekiyor. Siyaset biliminde siyasal meşruiyetin tanımı bellidir, ancak bu kavram gündelik politikada en keyfi ve rastgele şekilde kullanılan kelimelerden biridir. Örneğin bazı kişiler tarafından, seçilmiş liderler Muhammed Mursi ve Tayyip Erdoğan karşıtı sokak gösterileri “gayrimeşru” görülürken, en az onlar kadar seçilmiş liderler olan Nicolas Maduro ve Viktor Yanukoviç karşıtı gösterilerin nasıl meşru olduğu sorusunun tutarlı, ikna edici bir yanıtı yoktur. Bunu belirleyen yegane şey, alınan siyasi pozisyonlardır. Hadi de, aynı şekilde, belli çevrelerin siyasi pozisyonu doğrultusunda “meşru lider” olarak görülürken, buraya kadar anlattıklarımızdan hareketle asıl meşru olanın devrim olduğunu ileri sürecek bir pozisyon da gayet mümkündür.

Mansur el-Hadi, Aden şehrine müstafi cumhurbaşkanı olarak gitmişti, ancak Batı ülkelerinin ve KİK rejimlerinin arka arkaya Sana büyükelçiliklerini kapatmasıyla birdenbire cumhurbaşkanı olduğunu hatırlayıverdi ve Aden’de kendisi için yeni bir “meşru” mevzi oluşturmaya koyuldu. Bundan sonra Yemen’de bir nevi “ikili iktidar” meydana gelmiş oldu. Tıpkı 1978’den önce olduğu gibi artık, fiilen Sana merkezli bir Yemen ve Aden merkezli bir başka Yemen vardı. Bazı yorumculara göre bu, kuzey ve güneyin nüfus bileşenleri de düşündüldüğünde kalıcı olabilirdi.

İdeolojik ve itikadi farklılıklarına (yahut özgünlüklerine) karşın İran’a yakın olan Husilerin Sana’yı ele geçirmesi, Suudi Arabistan, Körfez rejimleri, ABD ve İsrail açısından statükoyu bozan bir gelişme olmuştu, ancak bir düzeyde, en azından geçici olarak tolere edilebilir nitelikteydi. Sana-Aden ikiliğinin zamanla “yeni statüko” haline gelmesi de mümkündü. Ancak Husilerin Aden yürüyüşü, Suudiler için müdahaleyi “kaçınılmaz” hale getirdi. Zira bu, arka bahçelerini tamamen kaybetmeleri anlamına geliyordu. Daha önemlisi, Aden Körfezi’nden Kızıldeniz’e açılan stratejik Babü’l-Mendeb boğazının kaybedilmesini de ifade ediyordu. Bu, orada bulunan İsrail savaş gemileri için de stratejik tehditti – tıpkı Bahreyn’de yine Suudi ordusunun eliyle boğulan devrim girişiminin Bahreyn karasularına demir atmış Amerikan Beşinci Filo’su için stratejik tehdit oluşturması gibi.

Tüm bu süreçler, 25-26 Mart tarihinde başlayan saldırıda, emperyalist devletlerle onların kuklası konumundaki Arap rejimlerini aynı ittifakın içinde bir araya getirdi. Son aylarda bölgede yaşanan başka gelişmelerin yarattığı zihinsel karmaşaları dağıtacak şekilde, klasik ABD-İsrail-Körfez ittifakı kuruldu ve Türkiye de safını bu ittifaktan yana ilan etti. “Hazin” bir şekilde, işbirlikçi Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas da bu ittifaka ve saldırıya destek verdi, hatta Abbas’ın danışmanlarından el-Hebbaş, Arap rejimlerinin kuracağı “Birleşik Arap Gücü”nün Gazze’de Hamas’a karşı böyle bir operasyon düzenlemesini de istedi. Daha ilginci Hamas da, bu satırların yazıldığı an itibariyle “resmiliği” hala tartışılan bir açıklamayla, zımni ve diplomatik bir dille tarafını koalisyon güçlerinden yana ilan etti. Böylelikle, geçtiğimiz Temmuz-Ağustos aylarında İsrail’in Gazze’de yarattığı dev yıkımın ardından Suudi parasıyla girişilecek yeniden inşanın siyasi nüfuz için kullanılacağını, hatta aslında bu ikisinin tek bir sürecin iki unsuru olduğunu savunan argümanın inandırıcılığı arttı. Yazının yazıldığı an itibariyle ABD destekli, Suudi liderliğindeki saldırıyı kınayan tek Filistinli örgüt, Marksist çizgideki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi oldu.

Bitirirken iki not daha düşelim. Husilerin/Ensarullah hareketinin ideolojik çizgisi, her türlü tartışmaya açıktır. Ancak ideolojik kimlikten daha önemli olan, fiili politik duruştur. Siyasi aktörlerin Suudi kuklası siyasetçiler, Müslüman Kardeşler, El Kaide/IŞİD ve Husiler olarak sıralandığı bir ülkede, desteklenebilir tek güç, diğer üçüne karşı mücadele eden ve geniş bir halk desteğine sahip olan son gruptur.

İkinci olarak, 2001 Afganistan işgaline karşı çıkanlar Taliban’ı, 2003’te Irak işgaline karşı çıkanlar Saddam Hüseyin’i savunmuyor, emperyalist saldırı, savaş, yağma ve yıkıma karşı çıkıyorlardı. Emperyalist devletler de, onların desteklediği bölgesel güçler de, başka bir ülkeye herhangi bir “insani” kaygı veya “meşruiyet” kaygısıyla müdahale etmezler; kendi hegemonyalarını yeniden tesis etmek için müdahale ederler ve bu, her zaman, bütün seçeneklerin içinde en kötüsüdür. Tüm bu noktalardan hareketle, Yemen saldırısına karşı çıkmak için yeterince sebep vardır. Saldırıya verilecek karşılıklar da, tamamen “meşru”dur.

Standard

Siyonist proje ve 2014’te artan Yahudi göçleri

Dünya çapındaki Yahudilerin İsrail’e göç etmeye teşvik edilmesinden sorumlu yarı resmi bir kuruluş olan Yahudi Ajansı geçtiğimiz günlerde, 2014 yılında İsrail işgali altındaki topraklara dünya çapından 26,500 kişinin göç ettiğini ve bunun son 10 yılın en yüksek rakamı olduğunu açıkladı. 2013 yılında bu rakam, yaklaşık 20 bin düzeyindeydi. Ajansın başkanı Natan Sharansky, İngilizce olarak yaptığı açıklamasında Filistin’e göç anlamına gelen İbranice bir kelimeyi kullanarak “bu yıl aliyah rekoru kırıldı” dedi.

Yüz yıldan daha eski olan siyonist projenin inşasının tüm hızıyla devam ettiğini gösteren bu gelişmenin, tarihsel ve güncel boyutlarıyla ele alınması gerekiyor.

Filistin ve özellikle Kudüs, yüzyıllardan beri yerel bir Yahudi nüfusu barındırıyor olsa da, bundan 100 yıl önce Filistin’deki nüfus dengeleri şimdikinden çok farklıydı. Ortalama algıda Filistin’e yönelik Yahudi göçlerinin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler eliyle uygulanan Yahudi Soykırımı’nın kaçınılmaz bir sonucu olduğu düşünülse de, gerçekte bu göçler, 1897 Basel Kongresi’nde çerçevesi çizilen milliyetçi bir proje dahilinde çok daha erken bir tarihte başlamıştı ve 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’ndan önce bile kayda değer bir düzeye ulaşmıştı. Öyle ki, daha 1911 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda yer alan muhalif Arap mebuslar Ruhi el-Halidi, Said el-Hüseyni ve Şükrü el-Aseli, başta Rusya ve Avusturya olmak üzere dünyanın pek çok yerinden Filistin’e akın eden Yahudilerin Filistin’deki nüfus dengelerini değiştirdiğini, köylüler için pek çok zorluklar yarattığını, hiçbir kanuna riayet etmediklerini ve çoğunun da silahlı olduğunu söylüyordu. Bu göçler, Filistin’de Yahudiler için “ulusal bir yuva” kurma projesinin parçası olarak gerçekleşiyordu ve Balfour Deklarasyonu ile birlikte 1917’den itibaren emperyalist İngiltere’nin resmi politikası haline geldi. On yıllar boyunca devam eden göçlerle birlikte İkinci Dünya Savaşı sonunda Yahudiler Filistin’in nüfusunun üçte birini teşkil eder hale gelmişti; ancak BM’nin 1947 tarihli taksim kararı, Filistin’in %55’inin “Yahudi devleti”ne verilmesini öngörüyordu. 1948 tarihli “Nakba” (“Büyük Felaket”) ile, artık “devlet” haline gelen İsrail, 750 bin Filistinli Arap’ı sürgün etti veya savaş ve katliam koşulları nedeniyle kaçmaya zorladı. İki büyük savaş sonucunda da, Filistin’in tamamını yuttu.

Bugün “uluslararası toplum” ve Birleşmiş Milletler, 1948’deki birinci işgalle kurulan İsrail’i “devlet” olarak tanımakta, ancak İsrail’i ikinci işgalle el koyduğu Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te “işgalci” kabul etmektedir. Bu üç bölge 1993 Oslo Anlaşması’yla “Filistin Özerk Yönetimi”ne bırakılırken, İsrail askerleri bu bölgelerden çekilmemiştir. Dahası İsrail, uluslararası hukukun kesin olarak yasakladığı bir şeyi yaparak, işgal ettiği bu topraklara kendi vatandaşlarını da yerleştirmiştir. Gazze’deki İsrail yerleşim birimleri 2005’te boşaltılsa da, halen Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te yüzden fazla yerleşim birimi vardır ve 1989 yılında 190 bin olan yerleşimci nüfusu, bugün 600 bini geçmiştir.

İsrail bilinçli bir politika olarak Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki yerleşim birimlerine, en aşırıcı görüşlere sahip faşist siyonistleri yerleştirmekte ve çoğu silahlı olan bu yerleşimciler yerel Filistinli nüfusa karşı her türlü baskı, şiddet ve terör yöntemlerini uygulamaktadır. Bunların içinde, hafızalarımızda en canlı olan olay, Haziran ayında Doğu Kudüs’te 15 yaşındaki Filistinli genç Muhammed Ebu Hudeyr’in yerleşimciler tarafından kaçırılması ve aynı gün içinde yakılarak öldürülmesidir. Yanısıra, İsrail askerleriyle birlikte Mescid-i Aksa’ya yapılan taciz ve saldırılar, Turmusuyye köyünde Filistinlilere ait 5 binden fazla zeytin ağacı fidanının sökülmesi, El-Masara köyünde Filistinlilerin düzenlediği bir yürüyüşe ateş açılması, Kudüs’te iki dilli eğitim veren bir anaokulunun duvarlarına İbranice “Araplara ölüm” yazılması ve benzeri gelişmeler, sadece son aylarda faşist yerleşimcilerin eliyle gerçekleştirilen “rutin” olaylar arasındadır. Son olarak 16 Kasım tarihinde Kudüs’te FHKC üyesi Yusuf Hasan el-Ramuni isimli bir otobüs şoförü yerleşimciler tarafından boğularak öldürülmüş, bu ve benzeri gelişmeler FHKC tarafından, yerleşim politikalarının koordine edildiği Har Nof Enstitüsü’ne yönelik -uluslararası basının yanıltıcı bir şekilde “sinagog saldırısı” olarak lanse ettiği- bir saldırı düzenlenmesini tetiklemişti.

Artan Yahudi göçleri, İsrail’in Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te, işgalin (askeri varlıkla birlikte) temel aracı olan yerleşim birimi inşaatlarının hızlanmasına sebep olacaktır. ABD’nin bile dondurulmasını istediği yerleşim birimi inşaatları tüm hızıyla devam etmektedir ve her yeni yerleşim, Filistinlilerin toprağından biraz daha fazlasının çalınması, Filistin halkına yönelik saldırı ve hak gasplarının biraz daha artması demektir. Belki de hepsinden önemlisi, yerleşim birimlerinin kalıcı hale gelmesi ve 1967 sınırlarında öngörülen Filistin Devleti’nin hiçbir zaman kurulamaması demektir. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te bağımsız bir Filistin devletinin kurulması Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilse bile, İsrail’in kendi rızasıyla yüzbinlerce yerleşimcinin yaşadığı yerleşim birimlerini boşaltma ihtimali sıfır gibi görünüyor.

İlave olarak, Nakba sürecine ve sonraki dönemlerdeki gelişmelere rağmen hâlâ 1948 sınırları içindeki nüfusun yaklaşık %20’sini Filistinli Araplar teşkil etmektedir. Ancak İsrail yöneticileri her fırsatta, devletlerini bir “Yahudi Devleti”ne dönüştürme planını açıkça ifade etmektedirler. Dolayısıyla artan göçler, 1967 sınırlarının bir tarafında yeni yerleşimler anlamına geldiği gibi, diğer tarafta da demografik dengelerin değiştirilmesi ve yüz küsür yıllık homojen Yahudi devleti projesine bir adım daha yaklaşılması anlamına geliyor.

Son Gazze saldırısı sürecinde, İsrail’in suçlarını bütün Yahudilere mal edip yüzde yüz antisemitik bir yaklaşımla Türkiye’li Yahudilere “İsrail’e gidin” diyen ırkçı birey ve çevreler, eğer gerçekten Filistin meselesine dair asgari bilgiye ve kavrayışa sahip olsalardı, sözde “İsrail’e karşı” geliştirdikleri bu söylemin hem İsrail’in istediği şeyle yüzde yüz örtüştüğünü, hem de İsrail’in, bütün dünya Yahudilerinin tehdit altında olduğu ve bu yüzden bir devlet olarak kendi varlığının meşru ve gerekli olduğu yönündeki resmi söylemini beslediğini anlarlardı.

(İlk olarak Etkin Haber Ajansı’nın web sitesinde yayınlanmıştır)

Standard

Bitap düşüren “Osmanlıca” tartışmalarının ardından kısa “son sözler”

19. Milli Eğitim Şurası’na hakim olan muhafazakar anlayış doğrultusunda Şura’da, “yeni nesiller ecdadımızı daha iyi tanısın, daha çok sevsin” motivasyonuyla, ve yeni nesillerin “ecdadımızı” tanıdığı zaman bilakis onların hakkında daha olumsuz şeyler düşünebileceği, algı dünyalarının sarsılabileceği gerçeği gözardı edilerek, Osmanlıca’nın liselerde zorunlu ders haline getirilmesi yönünde bir önerge sunuldu. Ulusalcılar bu girişimde, “Türkçe’nin yerine kademeli olarak Osmanlıca’yı geçirme ve son kertede Osmanlı’yı ihya etme” niyeti gördü. Sosyalistlerden, hatta – ironik bir şekilde – Kürtlerden de, bu hayali iddianın peşinden gidenler oldu.

Tüm bu tartışmalar daha başlamadan mezkur önerge geri çekilmiş ve “zorunlu Osmanlıca dersi” fikrinden vazgeçilmiş olduğu halde bir hafta boyunca bu mesele tartışıldı. Tartışmaların düzeyi bir türlü yükselemedi ve bu tartışmaları eğitim sisteminin kendisi hakkında daha geniş kapsamlı bir tartışma bağlamına oturtma çabaları ender olarak görüldü.

Ve bu bitap düşürücü tartışmalar artık yavaş yavaş biterken, öğrenmiş olduk ki, politize insanların çoğu, esasen bir alfabe demek olan, yanısıra da belli alanlarda kullanılan bir yüksek yazı dili olan Osmanlıca’yı, “Osmanlılar zamanında konuşulan”, Türkçe’den ayrı, münferit bir dil zannediyormuş.

Oysa, Osmanlıca’nın bir “yabancı dil” olduğunun kanıtı olarak gösterilen 1876 tarihli Kanun-ı Esasi bile, Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu hükmünü getiriyordu.

Standard

Kudüs’ü Arapsızlaştırma politikası ve intifada sesleri

(Giriş notu: Bu yazı 8 Kasım 2014 tarihinde kaleme alınmış olup, ilk olarak Nor Zartonk bülteninin Kasım-Aralık 2014 sayısında yayınlanmıştır)

7 Temmuz 2014 gününü takip eden 52 gün boyunca devam eden, çoğu sivil ve kaydadeğer bir kısmı çocuk olmak üzere 2200’e yakın Filistinlinin ölümüne neden olan ve geçici olmaya mahkum bir ateşkesle sona eren Gazze saldırısından birkaç ay sonra Filistin’de, yeniden dünya gündemine giren gelişmeler yaşanıyor. Kudüs’te oldukça uzun zamandır yaşanan gerilim, geçtiğimiz günlerde İsrail askerlerinin göstericilere müdahale etmek için Mescid-i Aksa’nın içine girmesiyle daha da fazla tırmanışa geçti. Olayların ana akım medyaya yansıma biçimi yalnızca “askerlerin camiye ayakkabılarıyla girmesi” teması üzerine kurulu olsa da, yaşananlar aslında yıllardır biriken dinamiklerin patlaması ve İsrail’in Mescid-i Aksa’nın çok ötesindeki uzun vadeli bir politikasının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.

Üç tektanrılı Sami dininin üçünün de kutsal kabul ettiği Kudüs’ün Eski Kent olarak adlandırılan kısmı içinde yer alan Mescid-i Aksa, Müslümanların Mekke’deki Kabe ve Medine’deki Mescid-i Nebevi’den sonra en önemli üçüncü mabedi ve Kabe’den önceki “ilk kıblesi” olarak kabul ediliyor. Yahudiler ise, Süleyman Tapınağı’nın kalıntılarının Mescid-i Aksa’nın altında olduğuna inanıyor ve yıllardır, bu kalıntılara ulaşmak için (yahut bu gerekçeyi göstererek) caminin altında kazılar yapılıyor. Bu kazılar nedeniyle temelleri sarsılan Mescid-i Aksa’nın bazı aşırı sağcı Yahudiler (ya da daha doğru bir tanımla, Siyonistler) tarafından tümüyle yıkılmak istendiği anlaşılmaktadır. Mescid ayrıca 1969 yılında radikal yerleşimciler tarafından kısmen kundaklanmış, 1980-1982 yıllarında iki defa da patlayıcıyla havaya uçurma girişiminde bulunulmuştur. Oldukça uzun süredir yerleşimcilerin taciz ve saldırılarına maruz kalan Mescid-i Aksa’nın önce kuşatma altına alınması, ardından 1967 yılından beri ilk defa geçtiğimiz günlerde İsrail mercileri tarafından geçici olarak tamamen kapatılması ve yukarıda sözünü ettiğimiz müdahalede içeriye gaz bombalarının atılması ve İsrail askerlerinin girmesi, bir öfke patlamasına yol açmıştır.

Bir konudaki fikrimizi açıkça belirtelim: Eğer mesele sadece bundan ibaret olsaydı bile, ister Müslüman, ister başka bir dinden isterse ateist olsun, ezilen halklardan yana olan herkesin bu saldırıya tepki vermesi gerekir. Zira Mescid-i Aksa Filistinlilerin en önemli ulusal değer ve sembollerinden biridir ve asker postallarıyla çiğnenen şey aslında, bir halkın onurudur. Ancak mesele bundan ibaret de değildir.

Son yıllarda yaşanan gelişmelere geçmeden önce, bazı tarih hatırlatmaları yapmakta fayda var. Bilindiği gibi bugün haritalarda üzerinde “İsrail” yazan ülkenin adı 1948 yılına kadar Filistin’di. Ulus-devletler ve milliyetçilikler çağında, başta Ermeni halkı olmak üzere bir halkın tümünün veya önemli bir bölümünün yaşadığı yerden zorla tehcir edilmesi “tipik” bir siyasi ve insani trajedi olsa da, Filistinlilerin “Nakba” olarak adlandırdıkları olayı atipik kılan bir özellik vardır: Kendilerini tehcir edenler dünyanın başka yerlerinden gelerek bir halkı yaşadığı yerden çıkarmış ve bu halkın ülkesini kendi ülkesine katmanın ötesinde, olmayan devletini bu halkın ülkesinin tümü üzerinde kurmuştur. 1948-49’daki Birinci Arap-İsrail Savaşı sonucunda, Mısır denetiminde kalan Gazze, Ürdün denetiminde kalan Batı Şeria ve BM denetiminde kalan Kudüs dışında Filistin’in tamamı “İsrail toprağı” haline gelmiş, bu süreç içinde 1 milyona yakın Filistinli, komşu ülkelerde mülteci konumuna gelmiş, 1967’deki “Altı Gün Savaşı” sonucunda ise İsrail bu bölgeleri de işgal ederek Filistin’in topyekün işgalini tamamlamıştır.

1992 yılındaki Madrid ve 1993 yılındaki Oslo görüşmeleri sonucunda, yalnızca 1967 sınırlarının diğer tarafında kalan Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’le sınırlı olacak şekilde, bir “Filistin Özerk Yönetimi”nin kurulması kabul edilmiştir. Ancak İsrail bu bölgelerdeki askeri varlığını sürdürdüğü gibi, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, işgal ettiği bu bölgelere kendi vatandaşlarını da yerleştirmiştir. “İsrailli yerleşimciler” olarak adlandırılan bu topluluk genellikle en aşırıcı görüşlere sahip kişilerden oluşmaktadır ve çoğu silahlıdır. Gazze Şeridi’ndeki İsrail yerleşim birimleri 2005 yılında boşaltılmıştır, ancak Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te yerleşim birimleri inşası, uluslararası toplumun itirazlarına rağmen devam etmektedir.

İsrail’in özellikle Doğu Kudüs’teki yerleşim politikasına özel bir önem verdiği açıkça görülebilmektedir ve bunun nedeni, İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun 7 Kasım günü sarf ettiği, “Kudüs ebedi başkentimizdir. Olası bir barış anlaşmasında Kudüs İsrail’in parçası olarak kalacaktır” sözlerinde açıkça görülebilmektedir. Dünyanın hiçbir devleti tarafından kabul edilmese de İsrail kendi başkentini Tel Aviv değil, Kudüs olarak göstermektedir.

Daha 2010 yılının Mart ayında Netanyahu, dünyayla alay edercesine, Kudüs’teki yerleşim birimi inşaatlarını “Yahudiler 3 bin yıl önce de Kudüs’te inşaat yapıyordu, bugün de inşaat yapıyor” sözleriyle savunmuştu. Kudüs’ün doğu tarafında, yani dünyanın “Filistin” olarak adlandırdığı tarafta yerleşimciler için arka arkaya yeni konutlar inşa edilirken, Filistinlilerin evlerinin sistematik bir şekilde yıkılmasına daha o tarihten itibaren başlanmıştı. Plan besbelliydi: İsrail, Kudüs’ün doğu kısmının demografik dengesini değiştirmek ve son kertede şehri Arapsızlaştırarak, tek ve birleşik bir Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak dünyaya kabul ettirmek niyetindeydi.

Mescid-i Aksa kuşatmasına ve baskınına kadar giden süreç, doğrudan doğruya bu politikanın ürünüdür. İsrail’in Filistinlilerden arındırılıp ilhak edilmiş Kudüs düşünde, Mescid-i Aksa’ya da yer olmayacaktır – hatta belki Hristiyan Filistinlilerin kiliselerine de yer olmayacaktır.

Aslında Kudüs’teki gerilim, yaz aylarının başında da oldukça yüksekti. Yerleşimcilere yönelik konut inşalarına ve Filistinlilerin evlerinin yıkılmasına, arazilere el konulması (ki bu yazının yazıldığı gün de Kudüs’ün kuzeyindeki Beyt İksa köyünde 13 bin dönümlük araziye el koyma kararı verildi), yerleşimci saldırıları ve kitlesel tutuklamalar da eşlik ediyordu. Haziran ayında yaşanan ölümlü olayların ardından patlak veren dinamik, bir süre sonra İsrail saldırılarının Gazze’ye yoğunlaşmasıyla birlikte yön değiştirdi. Ancak son haftaların gelişmeleri Kudüs’te yeniden sokak gösterilerinin fitilini ateşledi. Her gün gerçekleşen ev baskınları ve tutuklamaların, yahut birkaç günde bir radikal yerleşimcilerin araçlarıyla düzenledikleri saldırıların neredeyse “rutin vaka” haline geldiği Kudüs’te, yeniden, “üçüncü intifada” sözleri edilir oldu.

Müslümanların, dini nedenlerden ötürü tüm bu süreçlere tepki göstermesi doğal ve anlaşılırdır. Ancak yaşananları sadece bir “din çatışması” olarak göstermek, meselenin özünden fersah fersah uzaklaşmak olacaktır. 66 yıldır yaşanan ve pek çok değişik tezahürü olan sürecin biricik adı, “işgal”dir. Ve bugün Kudüs özelinde, Filistin’deki işgale karşı aktif bir tutum almak, vicdanı ezilenlerden yana olan herkesin görevidir.

Standard

ABD, Türkiye, Suriye, Rojava: jeopolitik denklemde ayrışan ve kesişen yollar

Oldukça “tuhaf” bir dönemden geçiyoruz. Bölgedeki siyasi denklem o denli karmaşık hale geldi ki, hangi aktörün hangi aktörle yan yana, hangisiyle karşı karşıya olduğunu ve amaçlarının tam olarak ne olduğunu çıplak gözle anlamak hayli zor. Geçen ay ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin Irak-Suriye müdahalesi başladığı zaman kamuoyunun bir bölümü bunun gerçekten de dar anlamda bir “IŞİD operasyonu” olduğuna inanıyordu. Dahası, bunu düşünenlerin bir kısmı, TBMM’nin eş zamanlı olarak çıkardığı Irak-Suriye tezkeresinin amacının da “IŞİD’e verilen desteği arttırmak” olduğunu düşünüyordu. Türkiye ABD’yle bir savaşa hazırlanmadığına göre, hatta NATO’dan ayrılacağına dair herhangi bir emare olmadığına göre, bu iki tezin aynı anda ikisi birden doğru olamaz, en azından biri yanlış olmak zorundadır. Diğer yandan tezkerenin ilk fiili uygulamasının IŞİD’le savaşmak üzere Kobane’ye giden peşmerge güçlerine Türkiye topraklarının açılması biçiminde tezahür etmesi, söylenen sözlerde bir revizyona gitme ve büyük resmi ortaya koyma yönünde bir motivasyon yaratmalıdır. Bu yazının amacı, bu büyük resmin ortaya konulması çabalarına bir katkı sunmaktır. Bunun için önce en başa, Mart 2011’de Suriye krizinin başlangıcına dönmemiz gerekiyor.

Geriye dönüp baktığımızda, Mart 2011’i takip eden aylar, hatta yaklaşık olarak 1 yıl boyunca Suriye’de eş zamanlı iki farklı gerçekliğin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bunlardan biri, “Arap Baharı”nın bir parçası olarak Suriye’nin farklı bölgelerinde, farklı ideolojik, siyasi, etnik, dinsel/mezhepsel aidiyetlere sahip Suriyelilerin değişim talebiyle sokaklara dökülmesiydi. Bu gösterilerin bir kısmına ölümle sonuçlanacak şekilde müdahale edilmesi, muhalefetin radikalleşmesinde belli bir rol oynadı. Ancak bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde, bu gösterilerin bir kısmında (kasıtlı olarak ikinci defa, “bir kısmında” diyoruz) kan dökülmesinin muhalefetin “kaçınılmaz olarak” silahlanmasına neden olduğu doğru değildir. Olgular, gösterilerin 5. günü olan 23 Mart 2011’den itibaren Suriye güvenlik güçlerine pusu kurma eylemlerinin başladığını, 30 Nisan 2011 itibariyle hayatını kaybeden asker ve polis sayısının 88 olduğunu, bu silahlı saldırıların bir kısmının, tek bir muhalif gösterinin bile yapılmadığı yerlerde gerçekleştiğini gösteriyor. İlave olarak bazı bölgesel güçlerin de teşvikiyle 2007 senesinden beri Suriye’de bir silahlı ayaklanma başlatılması yönünde hazırlıklar olduğuna dair güçlü iddialar var. “Krizin” ilk bir yılının, bu silahlı ayaklanmanın nüveleri ile toplumsal gösterilere eş zamanlı olarak sahne olduğunu, ilkinin ikincisini giderek yuttuğunu ve Suriye çatışmasının 2012 yılı itibariyle, dış destekle Şam rejimini yıkmayı hedefleyen bir jeopolitik saldırı niteliğini aldığını söylemek, yanlış görünmüyor.

2012 yılında Şam rejiminin güç yoluyla devrilmesini hedefleyen dış aktörler esas olarak Katar-Suudi Arabistan ikilisi, ABD ve Türkiye (AKP hükümeti) idi. Bu aktörler aynı jeopolitik ittifak içinde bir araya gelmiş olmakla birlikte hedef ve öncelikleri farklıydı. Silahlı militanların başlıca finansörü ve aktif destekçisi konumunda olan Suudi Arabistan, Katar ve öteki Körfez ülkelerinin amacı, “Şii hilali” olarak adlandırdıkları İran-Suriye-Hizbullah eksenini kırmak, bölge liderliği önündeki en büyük rakipleri olan İran’ın hegemonyasını zayıflatmak ve Akdeniz’e açılan ticaret ve enerji nakil yolları üzerinde bir müttefik devlet kurmaktı. Benzer saiklere sahip olan ABD, kendisinin planlamadığı bu ayaklanmayı, İsrail’le barış anlaşması imzalamamış, İran’ın müttefiki, Lübnanlı ve Filistinli direniş örgütlerinin destekçisi olan Suriye rejimini mümkünse yıkmak, yahut en azından ülkeyi istikrarsızlaştırmak için kullandı. Bu aktörlerin tümü, Suriye’ye dünyanın her yerinden silahlı militanların akmasına, bu militanların finanse edilmesine, eğitilmesine ve silahlandırılmasına yoğun bir şekilde katkı sağladı ve bu şekilde, IŞİD veya İD olarak bilinen yapının gelişerek bugünkü düzeye gelmesinde, kasıtlı veya değil, birinci derecede rol oynadı. Söz konusu örgüt elbette yakın zamanda ortaya çıkmadığı gibi, herhangi bir devletin kurduğu bir örgüt de değildir. Örgütün kökenleri, 2004 yılında Ebu Musab el-Zerkavi tarafından kurulan Mezopotamya El Kaidesi’nin zamanla, başka örgütlerle de birleşerek Irak İslam Devleti’ne dönüşmesinde yatıyor. Suriye’de oluşan istikrarsızlık ortamı, Irak İslam Devleti’nin, El Kaide merkeziyle çatışma pahasına Suriye’ye de girip “Irak ve Şam İslam Devleti” adı altında genişlemesine yol açtı. IŞİD’in Suriye’de bulunan Rakka’yı ele geçirmesi sonrasında buradan çıkan petrolü bazı uluslararası pazarlara satması da, örgütün bu denli güçlenmesinin başlıca nedenlerinden biri oldu.

Geriye dönerek Türkiye’nin Suriye krizindeki rolünden söz etmek gerekirse, Anadolu Ajansı’nın web sitesinde 18 Mart 2011-11 Ağustos 2011 tarihleri arasında Suriye’ye ilişkin hiçbir haberin bulunmaması, iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bu haberler artık mevcut değildir, silinmiştir. Bunun nedeni ise ilk 5 ayda Türkiye hükümetinin Esad’ı destekliyor olmasıdır. Burada ayrıntılı şekilde analiz etmeyeceğimiz ve o zamanlar tartışmalı bir şekilde “eksen kayması” olarak adlandırılan dış politika çizgisi, AKP hükümetini Şam rejimiyle de tarihsel bir yakınlaşmaya itmişti. İddiamız şu ki, eğer Arap Baharı süreci hiç yaşanmasaydı, yahut eğer Mısır ve Tunus rejimleri düşmeseydi, Türkiye bu ayaklanma karşısında Esad yönetimini desteklemeye devam edecekti. Ancak sözünü ettiğimiz süreçler, Ahmet Davutoğlu ve ekibini Şam rejiminin de gidici olduğuna ikna etti. Bundan sonra yapılacak şey, bir yandan süreci hızlandırmak, diğer yandan muhalafetin ana rengini belirlemek ve “geleceğin Suriye rejimi” üzerinde şimdiden hegemonik ilişkiler kurmaktı. Belki de Türk dış politika tarihinin en ağır hesap hatası olan bu tercihin sonucu, Türkiye’nin dost ve müttefiklerinin en az yarısını kaybetmesi oldu.

Öte yandan durum giderek “geri dönülemez” bir nitelik aldığından AKP hükümeti, Suriye rejiminin devrilmesine yarayabilecek hiçbir çabadan, hiçbir destekten imtina etmedi. Sınır kapıları sonuna kadar açık tutuldu ve silah geçişlerinin başlıca güzergahı Türkiye oldu. Militanların hangi örgütten olduğu, silahların nereye gittiği konularında pek de ayrım yapılmadı. Tam da bu yüzden Türkiye de, tıpkı Suudi Arabistan ve ABD gibi, kasıtlı veya değil, IŞİD’in büyümesinde birinci derecede sorumluluk taşıyan bir devlet haline geldi.

Buradaki “kasıtlı veya değil” ifadesini de açmakta fayda var. Bu makalenin yazarı, IŞİD’in Irak ve Suriye’de Türkiye’nin vekil gücü, ya da ucuz siyaset tabiriyle “taşeronu” olduğu tezlerine itibar etmemektedir. Bu, temel mantık ilkeleriyle çelişmektedir. Nitekim bahsettiğimiz örgüt, Türkiye’nin bütün bölgesel partnerleriyle ihtilaf ve/veya çatışma halinde olan, Türkiye’nin Suriye’de doğrudan desteklediği öteki silahlı oluşumlarla bilfiil savaşan, Hamas’ı bile “mürted” ilan etmiş, “hilafet” topraklarına son kertede Türkiye’yi de dahil etmek isteyen, Selefi-Vehhabi anlayışı dahilinde Türkiye’yi de “kafir” gören, pek çok militanı Türkiye tarafından tutuklanmış, bu militanları serbest bıraktırmak için (veya en azından onların serbest bırakılmasını sağlayacak şekilde) Musul’da 46 konsolosluk görevlisini kaçırmış, Konya’da 2 jandarma erini öldürmüş ve 3’ü Türkiye vatandaşı sivil olmak üzere 19 kişinin ölümüyle sonuçlanan Cilvegözü sınır kapısı saldırısını üstlenmiş bir örgüttür.

AKP hükümetinin böyle bir oluşumu kasten ve doğrudan desteklemesi, yahut uzun vadeli bir ortaklık arayışında olması elbette rasyonel değildir. Ancak politika her zaman rasyonel temellerde yapılmaz. En doğru tanımla, Türkiye’nin yöneticileri, hem Şam rejimini zayıflatacak bir unsur, hem de PYD/YPG güçlerine karşı bir denge unsuru olarak IŞİD’in bölgedeki varlığını tolere etmiştir.

Burada Kobane’deki son süreç bağlamında, AKP-IŞİD-YPG denkleminin de özellikle altını çizmek gerekiyor. En önemli projelerinden bir tanesi “çözüm süreci” olan AKP hükümetinin, bunu heba etme pahasına, yukarıda sıraladığımız özellikleri taşıyan bir örgütü desteklemesi de pek de “rasyonel” görünmüyor. Bu denklemde Türkiye’nin IŞİD’e bilfiil destek verdiği iddiaları, esas olarak görgü tanıklarının söylediklerine dayanıyor ki, bu noktada da bir şüphe şerhi düşmek gerekir. Sınırdan silahlı ve sakallı kişilerin geçtiğinin görülmesi, tek başına IŞİD’e verilen desteğin kanıtı değildir. Eğer bu kişiler gerçekten de YPG’yle savaşmak için Kobane’ye giden IŞİD militanları ise de, bunun nedenini daha net bir şekilde ortaya koymak gerekir.

90’ların pro-faşist devlet mantalitesinden uzak bir yerde duran ve Mısır’daki Mursi yönetiminin devrilmesinden bu yana bölgedeki en yakın siyasi ve ticari partneri Barzani yönetimi olan AKP hükümeti için sorun, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumunun meydana gelmesi değildir. Sorun, AKP’nin Suriye’nin geriye kalanında kurmak istediği yapının dışında kalacak, ilave olarak demokratik ve ulus-üstü yapısıyla bölgenin geri kalanına da model teşkil edebilecek bir oluşumun var olmasıdır. Bu bağlamda, YPG güçlerinin Özgür Suriye Ordusu’na katılması, bu siyasi projenin parçası haline gelmesi, yahut Barzani’nin hegemonyası altına girmesi ve hatta Rojava’da Güney Kürdistan tipi bir oluşumun meydana gelmesi halinde AKP için sorun kalmayacaktır.

Tam bu noktada, koalisyon güçlerinin devam eden operasyonlarına ve bunların siyasi içerimlerine değinmek gerekiyor. ABD, gelişiminden bizzat sorumlu olduğu IŞİD’i vurmayı, Suriye ve Irak’ta geniş çaplı bir askeri ve siyasi yeniden yapılandırmanın vesilesi haline getirmiştir. “Yeni emperyalist restorasyon” olarak adlandırdığımız bu müdahalenin yıllar boyunca süreceği, bizzat Pentagon tarafından ifade edilmektedir. Böyle bir proje için ABD’nin siyasi ve askeri partnerlere, özellikle de bir kara gücüne ihtiyacı vardır. Özgür Suriye Ordusu bu bağlamda tek başına yeterli olmayabileceği gibi, özellikle bazı bileşenleri ABD için tercih edilir nitelikte olmayabilir. Başka “ılımlı ve seküler” güçlere ihtiyaç vardır ki, Amerikan askeri ve siyasi karar merkezlerinde “acaba YPG bu işlevi görebilir mi?” sorusunun sorulduğundan eminiz. Yaklaşık 1 aydır Kobane’nin etrafındaki IŞİD mevzilerinin vurulmasının ve birkaç gün önce YPG’ye doğrudan silah verilmesinin bu seçenekten bağımsız olmadığından da eminiz.

TBMM’den Ekim başında çıkan Irak-Suriye tezkeresi, bu “yeni emperyalist restorasyon”la çelişen değil, onun bir parçası olan bir tezkeredir. Türkiye, hala NATO bloğunun aktif bir parçasıdır. New York’taki BM Genel Kurulu’nun hemen sonrasında Türk dış politikasında açıkça görülen dil değişikliği de bazı konularda anlaşıldığının, ya da en azından pazarlıkların sürdüğünün kanıtı olmalıdır. Olgusal bir dayanağımız olmamakla birlikte, bağımsız akıl yürütmeden hareketle ileri süreceğimiz argüman şudur: New York’ta Türkiye tarafı, bugüne kadar jeopolitik bir araç olarak kullandığı IŞİD’e karşı mücadeleye girmek için, karşılığında, müdahalenin Şam rejimini devirecek bir nitelik almasını istemiştir. Rojava’daki yapının renginin tümden değiştirilmesi için Barzani ve peşmerge güçlerinin kullanılması konusunda ise taraflar anlaşmaya varmış olabilir. Ancak hala öncelikler, yöntemler ve dayanılacak unsurlar konusunda ABD ve Türkiye arasında görüş farklılıkları olduğu anlaşılmaktadır.

Kobane, IŞİD’in Musul’u ele geçirdiği 12 Haziran gününden beri örgütün karşılaştığı ilk ciddi ve çetin direnişe sahne oluyor. Ancak Kobane kuşatmasına kimlerin sebep olduğu, amaçlarının ne olduğu ve bu sürecin sonunun nereye varacağı konusunda meşru sorular sorulmazsa, kuşatmanın ve direnişin askeri sonuçlarından bağımsız olarak, kendimizi “beklenmedik” siyasi sonuçların orta yerinde bulabiliriz.

Standard

Yemen: Değişen siyasi tablo üzerine bir giriş yazısı

Ortadoğu gündemi Suriye, Irak, IŞİD, Kobani, koalisyon güçlerinin operasyonları gibi başlıklar üzerine yoğunlaşmışken, Arap Yarımadası’nın en güneyinde, Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nin kıyısında bulunan Yemen’de, siyaset ve toplum haritasını temelden değiştirecek gelişmeler yaşanıyor. Bu yazıda, sürece aşina olmayanlar için Yemen’deki tabloyu ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.

2011’de ABD ve Suudi Arabistan yanlısı Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in kitle gösterileri sonucunda istifa etmek zorunda kaldığı ülkede, Zeydi Şiilerin oluşturduğu ve “Husiler” olarak adlandırılan harekete bağlı silahlı militanlar, 21 Eylül günü başkent Sana’da bulunan tüm devlet kurumlarının kontrolünü ele geçirdi. Husiler, yahut kendilerine verdikleri öteki isimle Ensarullah hareketi, iktidarın yozlaştırıcılığına inandıkları için bizzat kendileri iktidar koltuğuna oturmuyor ve bunun yerine, “yeni hükümet kuruluncaya kadar başkentten silahlı unsurlarını çekmeyeceğini” söylüyor.

Yemen’de yaşanan süreç genellikle iki bağlamda ele alınıyor: jeopolitik bağlam ve mezhep bağlamı. Yakın bir geçmişe kadar Suudi Arabistan’ın “arka bahçesi” niteliğini taşıyan Yemen’de yaşanan dönüşümün, bölgedeki jeopolitik güçler dengesinde Suudilere bir mevzi kaybettirirken, İran’a bir mevzi kazandırdığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zeydi Şiiliğin İran’daki Şiilikten önemli farkları olmasına karşın, İran’ın Husi hareketini desteklediği, en azından hafif silahlar ve sınırlı düzeyde de olsa mali yardım gönderdiği biliniyor. İran-Suudi rekabetinin yaşandığı öteki ülkelerden farklı olarak Yemen, en azından bir jeopolitik ayrıcalık daha taşıyor: Sana’nın kontrolü, Kızıldeniz’in kapısı stratejik Bab el-Mendeb Boğazı’nın da kontrolü anlamına geliyor.

Zeydi Husi hareketinin aynı anda hem merkezi hükümetle, hem Suudi Arabistan’la, hem Müslüman Kardeşler’le bağlantılı Islah Partisi’yle, hem de Arap Yarımadası El Kaidesi’yle mücadele ettiği (ki son haftalarda yüzlerce kişi, Husileri hedef alan intihar eylemleri de dahil olmak üzere bir dizi şiddet eyleminde hayatını kaybetti) Yemen, belki de kaçınılmaz olarak toplumsal haritanın mezhepsel fay hatları üzerinde kurulmasına da tanık oluyor. Yemen’in bir mezhep çatışması tarihine sahip olmaması, hatta on yıllar boyunca mezhep kimliklerinin görünmez nitelikte olmasına en iyi örnek olarak Yemen’in gösteriliyor olması, çatışmanın kısa süre içinde açık bir Şii-Sünni ya da Zeydi-Selefi çatışmasına dönüşmesini engelleyebilecek bir faktör. Buna karşın son yıllarda Yemen’de de siyasal ve toplumsal alanda bu kimliklerin öne çıkar hale geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu iki bağlamın dışında Yemen’deki sürecin önemli iç sosyal dinamiklere de sahip olduğunu belirtmek gerekiyor. 2011’de “Arap Baharı”nın bir parçası olarak başlayan ve Ali Abdullah Salih’in Körfez İşbirliği Konseyi’nin hazırladığı bir geçiş programı dahilinde cumhurbaşkanlığından istifa etmesiyle sonuçlanan büyük kitle gösterilerinin başlıca dayanaklarından birisi, hükümetin akaryakıt sübvansiyonlarını kesmesi ve bunun sonucunda fiyatların yaklaşık iki katına yükselmesiyle başlayan ekonomik krizdi. Geride kalan sürede gerçekleşen kısmi iyileşmelere rağmen Yemen toplumu halen ciddi ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıya ve bu durum Husi hareketinin, Şii olmayan Yemenlilerden de destek almasına zemin sağlıyor.

Son olarak, Sana’daki istikrarsızlık, Güney’deki ayrılıkçı hareketin de yeniden canlanmasına yol açtı. 18 Ekim Cumartesi günü Aden’de on binlerce kişi, Güney’in bağımsızlığı ve “kendi kaderini tayin hakkı” talebiyle gösteriler düzenledi. Göstericilerin bir bölümü, 1990 yılında Kuzey Yemen’le birleşinceye kadar var olan eski Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin bayraklarını taşıyordu. Ana toplumsal zemin olarak Saada vilayeti ve öteki kuzey bölgelerine dayanan Husilerin güneye ilgi göstermeyerek, ayrılıkçı hareketi tolere edebileceği ve Yemen’in 24 yıl aradan sonra yeniden ikiye bölünebileceği, bir süredir Arap basınında gerçekleşmesi muhtemel bir olasılık olarak değerlendiriliyor.

Öyle görünüyor ki, bölgedeki neredeyse bütün ülkeler gibi Yemen de, geri dönüşsüz bir dönüşüm sürecine girmiş durumda. Öteki örneklerden farklı olarak, Yemen’deki dönüşümün “olumlu” yönde olması umulur.

Standard